Tarihin ve insanlığın elleriyle büyütüp bizlere armağan ettiği aziz ve mistik medeniyet, tarihin barışla, savaşla, sanatla yazıldığı kadim şehir Konya… Yazar John Ruskin der ki “Restorasyon bir yapının başına gelebilecek en büyük felakettir.” Bu söz sanki bizler için yazılmış gibi. Tarihimizi korumaktan, kollamaktan bahsederken hep bu söz gelir aklıma. Tabi ki bu söz için çağdaş restorasyonunun tarihsel gelişimine de dönüp bakmak lazım gelir. Ruskin aslında restorasyonun romantik akımının öncülerinden olarak şunu savunur; bir yapıyı restore etmek gereksizdir, bırakalım yapı zaman içinde kendi kaderini belirlesin, bizler de sadece ufak tefek dokunuşlarla ona yardımcı olalım. Tabi ki bu akım şu an için kullanılmasa da Türkiye’ de yapılan bazı restorasyonları görünce keşke olsa imiş de demiyor değilim. Yağlı boyayla boyanan ahşaplar, kırılıp yenisi yapılan seramikler… Konya ise son 2- 3 senedir bir restorasyonuyla epey konuşulur oldu. Alaaddin Tepesi üzerindeki Seyran Köşkü’nden bahsediyorum. Sosyal medyanın ve insanların hepsi bu konu hakkında bir şeyler söyledi. Önünden otobüsle geçen amcalar dikkatlice dönüp bir baktı, önünden geçen teyzelerimizin de bir kaç kelimesi vardı, söyleyiverdi. Evet haksız da sayılmazlardı. Milyonlarca lira harcanan bu çalışma beni de sizi de oldukça rahatsız etmişti. Evet çalışma Venedik tüzüğüne göre doğruydu. Yani işin ‘abc’ si doğru yazmıştı da bu yazı yazılırken yazının ahengine ve biçimine hiç mi bakılmadı yahu… Eski gravürlerden yapı eski haline benzetilmeye çalışılmıştı da bu yapı bu kadar kaba mıydı? Ya da bu yapı böyle bir renkte miydi? Ya da bu yapı tarihi eseri bu kadar ezmeli miydi? Bunun gibi sorular cevapsız kalacak ve gözler bu yapıya da alışacak. Nasıl eski şemsiye bizlerin gözüne yerleşip bazı insanlara tarihi eserin kendisiymiş diye düşündürdüyse de bu çalışmaya da gözlerimiz alışıp gidecektir. Hem de bu kadar para verilmişken… Tabi ki para pul işin ironisi. Tarihi ve kültürümüzü gelecek nesillere aktarıp, bilinçli ve kendini bilen insanlar yetiştirme adına çok daha iyi çalışmalara ve tarih koruma bilincine ihtiyaç var. Türkiye’ de bu noktada çok da iyi ustalarımız var. Bu hocalara laf söylemek ne benim haddime ne de benim gibi yeni yetmelerin… Daha yenecek çok ekmek var lakin hocalarımızın da çoğu kez bürokrasiye takıldığını duyuyor ve biliyoruz. Velhasılı kelam der konuyu şöyle kapatırım. Keşke sizler de bizler de bu konuya dahil olabilsek. Tabi ki işin içine girip konuya vakıf olmaktan bahsetmiyorum. Her iş ehline bırakılır fakat halkın da ve diğer bilim insanlarının da bu ülkenin ortak değerleri için bir şeyler söyleyebilmesi gerektiğine inanıyorum. Ne kadar zor görünse de bu tür bürokratik ve sistemsel zorlukların atlatabileceğini umut ediyorum. Diğer yandan verilen her türlü proje daha çok yarışmaya çıkmalı. Evet yarışma ile seçilen projelerimiz oldu lakin eğer halk bu ortak değerlere sahip çıkacaksa elemeden geçen projeleri görüp birkaç kelime edebilmelidir. Tartışmasız işin en önemli kısmına gelindiğinde okullarda tarihi eserin ne demek olduğu daha iyi anlatılmalı. Tarihi eserin neden korunduğunu bilmeyen bir nesil ne kadar kanun da koyulsa başına polis de dikilse o eseri koruyamaz. Bir tuğlanın bir kerpicin nasıl konuştuğunu duymalı o çocuk. Tuğla konuşur mu demeyin evet konuşur, hem de Mevlana’nın, Kanuni’nin, Fatih’in ve nice uluların sesi ile… Bu sese nasıl cevap vermesi gerektiği sorusuyla yoğrulmalı hafızalarımız. Ne zaman bu sesi duyarsa neslimiz, o zaman sonsuz olacaktır nefesimiz!
Evrensel bir gerçek ‘Kardeş Kıskançlığı’