Konya AÇIK 33°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
TORKU BİSKÜVİ

Batı Medeniyetinin “Doğu” Tanımı: Coğrafya mı, İnanç mı?

Yüzyıllardır Batı medeniyeti, kendi kültürel üstünlüğünü merkez alan bir anlayışla dünya düzenini şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu süreçte “Doğu medeniyeti” kavramı, Batı’nın zihninde genellikle geri kalmış, çağ dışı, reforme edilmesi gereken bir alan olarak kodlanmıştır. Ancak burada “Doğu” kavramı, sanıldığı gibi salt bir coğrafi yönü ifade etmez. Mesele esasen coğrafya değil, ideolojidir — daha net bir ifadeyle, İslam’a yönelik bir algı savaşıdır.

Tarihsel söylem incelendiğinde görülür ki, Batı’nın “Doğu” algısında, Japonya gibi saygı, çalışma disiplini ve gelişmiş teknoloji ile tanınan ülkeler bile yer yer bu listeye dâhil edilmektedir. Oysa Japonya, ekonomik ve teknolojik ilerlemesi sayesinde Batı nezdinde saygın bir konuma sahiptir. Bu bile, Batı’nın “Doğu” tanımında coğrafyanın değil, kültürel ve dini farklılığın belirleyici olduğunu gösterir.

 

Dikkat çekici nokta şudur: İslam ülkeleri, Japonya gibi doğu ülkelerine kıyasla Batı söyleminde çok daha geride, hatta olumsuz bir yerde konumlandırılır. Kendisine “Müslüman” diyen ülkeler, tarih boyunca Batı’nın gözünde modernleşmeye en uzak, “barbar” olarak nitelenen toplumlar arasında gösterilmiştir. Bu yaklaşım, aslında “Doğu medeniyeti” diye hedef alınan yapının özünde İslam medeniyeti olduğunu ortaya koyar.

 

Batının doğu kültürü olarak isimlendirdiği ülkeler sıralamasına bakıldığında, Batı’nın ötekileştirme politikasında ekonomik çıkar, askeri işbirliği ve ideolojik uyum gibi faktörlerin belirleyici olduğunu gösterir. Japonya ve Güney Kore, Batı ile entegrasyonu yüksek olduğu için “uygar Doğu” kategorisine alınırken; İslam ülkeleri, Batı değerleri ile çatışan kültürel ve dini yapıları nedeniyle “barbar Doğu” söyleminin merkezine yerleştirilir.

 

Asıl Hedef: İslam Medeniyeti

 

İslam medeniyeti; tarih boyunca bilim, felsefe, sanat ve adalet anlayışı ile dünya tarihine damga vurmuş bir kültür havzasıdır. Buna rağmen Batı’nın tarih yazımında, İslam dünyası çoğu zaman gerilik, şiddet ve baskıcı toplumsal düzen ile özdeşleştirilmiştir. Bu algı, Haçlı Seferleri’nden sömürgecilik dönemine, Soğuk Savaş sonrası “terör” söylemlerine kadar farklı dönemlerde değişen kılıflarla devam etmiştir.

 

Burada dikkat edilmesi gereken, Batı’nın “Doğu kültürü” tanımını bir etnik veya coğrafi kategori olarak değil, Batı değerleri ile uyumlu olmayan tüm kültürleri içine alan geniş bir ideolojik çerçeve olarak kullanmasıdır. Bu çerçevenin merkezinde ise İslam vardır.

 

Sosyolojik Perspektif

 

Bu durum, sadece kültürel farklılıklardan kaynaklanan bir anlayış değil, aynı zamanda bir güç ilişkileri meselesidir. Batı, kendi değerlerini evrensel ve üstün olarak sunarken, farklı sistemleri ve özellikle İslam’ı potansiyel tehdit olarak görür. Bu yaklaşım, medya dili, akademik söylem, uluslararası politika ve ekonomik yaptırımlar aracılığıyla sürekli yeniden üretilir.

 

Sonuç olarak, “Doğu medeniyeti” kavramı Batı’nın dilinde, coğrafi bir tanım olmaktan ziyade ideolojik bir silah haline gelmiştir. Ve bu silah, en çok İslam medeniyetine yöneltilmiştir.
Batı Algısında Türkiye: Orta Doğu’nun “Barbar” Ülkesi mi, Gelişmiş Yüzü mü?

 

Batı’nın “Doğu medeniyeti” tanımını ele alırken göz ardı edilemeyecek en önemli örneklerden biri Türkiye’dir. Coğrafi konumu itibarıyla Asya ile Avrupa arasında köprü konumunda olan Türkiye, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan Orta Doğu’nun en gelişmiş ülkelerinden.

 

Buna rağmen Batı söyleminde Türkiye, çoğu zaman “barbar”, “geri kalmış” veya “istikrarsız” ülke imajıyla anılır. Buradaki çelişki dikkat çekicidir: Eğer Türkiye, aynı gelişmişlik düzeyine sahip fakat Müslüman kimliği olmayan —örneğin Hristiyan veya Yahudi kimlikli— bir ülke olsaydı, Batı tarafından “model ülke” olarak sunulma ihtimali oldukça yüksek olurdu.

 

Din Temelli Algı Ayrımı

 

Batı’nın Türkiye’ye bakışında belirleyici olan faktörlerden biri, ülkenin Müslüman kimliğidir. Modernleşme adımlarına, NATO üyeliğine, Batı ile yakın ekonomik ve askeri ilişkilerine rağmen, Türkiye Batı’nın gözünde hâlâ “Doğu kültürünü” yansıtan bir ülke olarak kodlanmaktadır. Bu kodlama, Batı’nın Doğu’ya bakışındaki ideolojik önyargının açık bir tezahürüdür.

 

Benzer bir durum Türkiye’nin kendi içinde de gözlemlenebilir. Örneğin Konya, Türkiye’de belediyecilik açısından en gelişmiş illerden biridir. Altyapısı, üretim gücü ve kültürel etkinliğiyle ülke çapında etkili olmasına rağmen, bazı batı illeri tarafından “çağdışı”, “bağnaz” ve “yobaz” olarak etiketlenir. Bu örnek bize şunu gösterir: Bir şehir ya da ülke, kültürel olarak, ekonomik olarak, hatta stratejik olarak ne kadar gelişmiş olursa olsun; ne kadar önemli işlere imza atarsa atsın, insanların önyargılı ve eleştirel bakışlarından, size yapıştırdıkları kalıplardan kurtulamaz. Batı’nın Orta Doğu’ya ve kendine Müslüman diyen ülkelere bakışı ile Türkiye’de bazı çevrelerin Konya’ya bakışı arasında temelde hiçbir fark yoktur. Nihayetinde şu atasözünü hatırlamak gerekir: “Çamur at, izi kalsın.” Yani sizde o kusur olmasa bile, sizi kirletmeye çalışacaklardır.

 

Sorun Coğrafyada Değil, İnançta

 

Türkiye örneği, Batı’nın Doğu medeniyetine bakışının yalnızca coğrafi veya ekonomik temelli olmadığını; esasen kültürel, ideolojik ve dini farklılıklar üzerinden şekillendiğini gösterir. Türkiye, Müslüman kimliği nedeniyle Batı algısında “barbar Doğu” kategorisine daha yakın konumlandırılır. Dolayısıyla mesele, gelişmişlik düzeyinden ziyade hangi medeniyetin temsil edildiği meselesidir.

 

Bugün geldiğimiz noktada, Batı’nın Doğu medeniyetine yönelik yaklaşımının, yüzeyde görünen coğrafi ayrımlardan çok daha derin, din temelli bir mesele olduğunu açıkça görmekteyiz. Batı’nın Doğu’yu “barbar”, “geri kalmış” olarak etiketlemesinin temelinde, coğrafi konumdan ziyade, söz konusu toplumların İslam dini ile olan ilişkisi yatmaktadır. Eğer mesele sadece coğrafi sınırlar olsaydı, ekonomik gücü, teknolojik ilerlemesi ve uluslararası alandaki etkisiyle öne çıkan Japonya ve Çin gibi ülkeler bu önyargının dışında kalmalıydı. Ayrıca, Ortadoğu coğrafyasındaki İsrail gibi Batı ile sıkı bağlar kurmuş, farklı dini kimliğiyle öne çıkan bir ülkenin bu etiketlemeye maruz kalmaması, işin özünde farklı bir dinamik olduğuna işaret eder. Doğu coğrafyasında yer almasına rağmen Batı medeniyetinin “uygar” halkası gibi görülen İsrail, yıllardır kan ve gözyaşını besleyen bir makine gibi çalışıyor. Filistin topraklarında, gece gündüz demeden, bebeklerin üzerine yağan bombalar, annelerin kucağındaki çocuklarla birlikte toprağa düşmesi, enkaz altında son nefesini veren yaşlıların feryadı… Sanki ölüm bile bu topraklarda fazla mesai yapıyor. Onlar için savaş, sadece askerlerle değil; kundaktaki bebeklerle, oyun çağındaki çocuklarla, okula giden gençlerle yapılıyor. Hastaneler, ambulanslar, sığınaklar bile hedef olmaktan kurtulamıyor.

 

Oysa Batı’nın “bağnaz” diye yaftaladığı İslam medeniyetinde, savaşın bile bir ahlakı vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sahih bir hadisinde şöyle buyrulmuştur:
“Kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmeyin.” (Buhârî, “Cihâd”, 147; Müslim, “Cihâd”, 25)
Bu emir, savaşın bile masum canlara dokunmaması gerektiğini açıkça ortaya koyar.

 

Bu tablo bize gösteriyor ki, mesele ne coğrafyadır ne de etnik kimlik. Mesele, inançların savaşıdır. Ve İslam, hükmüyle yaşandığında, emir ve yasakları çarpıtılmadan uygulandığında; sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için adaletin, merhametin ve huzurun teminatıdır.
Batı’nın din ve medeniyet ayrımını ideolojik bir araç olarak kullandığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, Batı ülkeleri, kendilerine “barbar” ve “geri kalmış” olarak gördükleri Müslüman ülkelerle —özellikle Suudi Arabistan, Katar gibi zengin petrol ülkeleriyle— olan ilişkilerini hem rekabet hem de bağımlılık boyutunda sürdürmektedirler. Hatta, yılın belli dönemlerinde ekonomik ve siyasi anlamda bu ülkelere yönelerek, var olan gücün korunmasına hizmet eden bir “dayanışma” sergilemekte, bu ülkelerden kendi çıkarları doğrultusunda bir tür ekonomik ve siyasi aidat talep etmektedirler.

 

Bu durumun altında yatan esas sorun, İslam’ın yanlış yorumlanması ve yanlış yaşanmasıdır. Tarih boyunca, insanlar Allah’ın emir ve yasaklarını çarpıtarak, dini kendi çıkarları için manipüle etmişlerdir. Bu manipülasyonlar sonucu, İslam inancı Batı tarafından yanlış tanımlanmış ve olumsuz bir çerçevede sunulmuştur. Oysa İslam, yapısal olarak açık, tutarlı ve adalet esasına dayanan bir inanç sistemidir. Allah tarafından bildirilen hükümler, insan hayatını düzenlemek ve dengelemek amacıyla konmuş olup, hiçbir çarpıklığa ya da tezatlığa izin vermez.

 

Ancak siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna, bazı aktörler bu tertemiz inancı kendi amaçlarına alet etmiş, İslam’ı toplumsal düzeyde yanlış yaşanmasına sebep olmuş ve yaşatmışlardır. Toplumlarda dini yanlış yaşayanlar, bu deneyimlerini dinden ibaret zannederek, dinin itibarını ve gerçek anlamını zedelemişlerdir.

 

Bu sosyolojik tespit, bize şu önemli dersi verir: İslam medeniyetini ve inancını sadece Batı’nın olumsuz algılarına indirgemek veya salt geri kalmışlıkla ilişkilendirmek, gerçekleri çarpıtmak olur. Bu, aynı zamanda dini doğru anlamayan ve uygulamayan toplumların yaşadığı sorunları da görmezden gelmektir.

 

Bu yüzden çözüm, dinin kendisinden değil, onu yorumlayan ve uygulayan insanların davranışlarından yola çıkarak toplumsal bilinç ve eğitim düzeyini yükseltmektir. İslam’ın temel prensiplerini doğru anlamak, onu hayatın tüm alanlarında adalet, merhamet ve doğruluk ekseninde yaşamak; bu yanlış anlamaları ve dışlanmayı aşmanın en etkili yoludur.

 

Sonuç itibarıyla, Batı’nın Doğu medeniyetine yönelik ideolojik saldırıları yalnızca bir kültür ya da coğrafya meselesi değildir. Bu, aynı zamanda dinî aidiyet üzerinden yürütülen kapsamlı bir stratejidir. Ancak İslam’ın tertemiz yapısı, tarih boyunca yüzlerce medeniyete ışık tutmuş olması ve Allah’ın açık hükümleri, bu saldırıların üstesinden gelmemizi mümkün kılmaktadır.

 

Bize düşen, bu gerçekleri doğru anlamak, eleştirel bir bilinçle hareket etmek ve İslam’ı kendi özündeki saflık ve güzellikle yaşatarak hem iç hem de dış algıları dönüştürmektir. Böylece, hem toplumsal gelişimimizi hızlandırabilir hem de küresel arenada hakkettiğimiz saygıyı kazanabiliriz.

 

Kaynak: Ali İSET

0 6 0 0 0 0
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Ereğli’den çevreye duyarlılığı adına önemli adım

HIZLI YORUM YAP

0 6 0 0 0 0