Konya
°C
Yeni Meram

Çanakkale Şehidlerine...

Çanakkale Şehidlerine...-Rıdvan Bülbül-Yeni Meram Gazetesi

A+
A-
28.04.2017 10:43
0
4403
ABONE OL
  Seddülbahir ve Conkbayırı’nın büyük kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet Çavuş’tu. İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa geri iade ederdi. İngilizler bunu anlamışlar ve bombaları, pimini çektikten biraz sonra fırlatarak Mehmet Çavuş’un bombaları tekrar kendilerine atmasını önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş’un elinde patlamış,  sağ elinin bileğinden kopmasına neden olmuştu. Mehmet Çavuş’un tabur kumandanına söylediği, kurtuluşun ön sözü gibidir; “Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da iş görebilirim. Beni üzen ve yine kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama engel oluşturan  neden yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.”   Mehmet Çavuş, bunları söyledikten kısa bir süre sonra kan kaybından şehit oldu. ... Çanakkale Savaşlarında kolunu kaybeden emekli Yüzbaşı Dursun Bayraktaroğlu bir  anısını dile getiriyor; “ Harbiye  talebesi iken Çanakkale Savaşı başlayınca 19 yaşında bir asteğmen olarak kendimi savaşın içinde buldum. Seddülbahir cephesinde bir çarpışma sırasında kolumdan yaralandım. Emir eri olarak hizmetime verilen İbrahim, beni hemen sırtlayarak sıhhiye çadırına götürdü. Orada ilk yardım yapıldıktan sonra da çadırlı hastaneye sevk ettiler, fakat kolumu kurtaramadılar.” Emir Erim İbrahim  bir dilekte  bulundu; -Bana müsaade edin kumandanım, cepheye döneyim de intikamınızı alayım.    “Benim ve benim gibilerin intikamını alacak binlerce asker var cephede” dediysem de dinletemedim, direndikçe direndi; -Kumandamın, seni bu halde görmek çok müşkil, hele cephedeki arkadaşlara, ‘İbrahim kaçtı’ dedirtmem, mutlaka gitmeliyim!     Uğurlamaktan başka yapacak başka bir şey yoktu; -Öyleyse Allah yardımcın olsun evladım! İbrahim arkadaşlarının yanına dönmüştü, fakat onu fark eden bir düşman askerinin kurşunu ile yolda şehit düştü. “Şehitler Destanı “adlı şiirimizin  birinci bölümü; “Kızılca kıyamet koptu nasıl Toprağa bastık çöktü Yaylım ateşlerinden yılmadık hiç Delik deşik bir ağaca dayandık, Uyuyalım dedik düşlerin kırmızı serinliğinde Bir sabah beyazlar içinde uyandık Göklerin en güzeli üstümüzde Barış çiçekleri göğsümüzde Sevindik.   Daha uçarı, daha daha yeniydik Daha güçlüydü yaşama tutkumuz. Bir sevinç doldurdu içimizi baygın Konukluğa gittik Tanrı katına Tanrıca bilindik.   Suların böyle istekli aktığı duyulmadı Çiçeklerin böyle içten açtığı görülmedi Bu kadar cömert olmadı, toprak hiç Dağlar bizden gayrısına boyun eğmez kolay kolay Kanımızdan ağaçlar yekindi kıvançla, Biz yekindik.   Ak sütünü helâl etti analar Düşlerine gireriz bir kahraman Dört yönden karşılarına çıkarız gündüzleri Koynumuzda saklı mektuplar sıcacık Nişanlımız alıp götürmüş elbiselerimizi Bayrakları giyindik.” (A.Rıdvan Bülbül, “Milattan Önce de ,,, Böyleydi Sevgi” adlı şiir kitabından) ***     .... “Yıl 1909.... Selanik’ten bir lav gibi aktı Payitaht’ın üzerine Hareket Ordusu. Hareket değil, hakaret, habaset ve felaket ordusuydu. Yaktı, yıktı, kül etti İstanbul’u. “Hürriyet! Hürriyet!” diye tempo tutanların gözlerini faltaşı gibi açtı. Yağma ve talan hürriyeti getirdi. Kapı tokmaklarına kadar soydu, soğana çevirdi. Bağrına saplanan baltaya, “sapı benden” diyen bir ana gibiydi İstanbul. Biz hepimiz o gün İstanbul’duk; “Bu da geçer yahu!” dedik, sineye çektik. Her şeyi yakıp yıkan bu güruh, 600 yıllık Osmanlı çınarının en cins meyvelerinden birini düşürdü dalından: Sultan II. Abdülhamid. Dersaadet’in üzerine düştü Sultan Abdülhamid’in laneti. Bu lanetin üç zehirli meyvesiydi Enver, Talat ve Cemal. Kanda bittiler, kanda büyüdüler, kanda boğuldular. Biz hepimiz o gün kanadık; “Bu da geçer yahu!” dedik, sineye çektik. Kendileri boğulsa ne gam. Koca bir Memalik-i Osmaniyye’yi de boğdular. Bir kadronun işleyeceği ne kadar yanlış varsa, hepsini işlediler. İşlediler ve işediler şehid kanlarının üzerine. Ne kadar soylu kavram varsa, hepsini soysuzlaştırdılar: Hürriyet.. müsavat.. ittihat.. terakki.. meşrutiyet… Biz hepimiz o gün iğrendik; “Bu da geçer yahu!” dedik, sineye çektik. Trablusgarb, Balkan derken, Çanakkale geldi çattı. Üç buçuk soysuzun elinde esir olan Halife-i rûy-i zemin “cihad” ilan etti. Cihad dendi mi, duramazdık. Halife’nin ölüsü dahi değerliydi bizim için. “Alaman gâvuruyla omuz omuza cihad mı olur?” demedik. “Liman von Sanders’ten komutan mı olur?” demedik. “İttihatçı çeteler, pisledikleri gibi temizlesinler!” demedik. “Sultan Hamid’in ahı tuttu, bin beter olsunlar!” demedik. “Yaktıkları ateşte cayır cayır yansınlar!” demedik. Biz hepimiz o gün cepheye koştuk; “Bu da geçer yahu!” dedik, sineye çektik. Çanakkale’de biner biner, onbiner onbiner öldük. Ne yiyecek ekmeğimiz, ne giyecek çarığımız, ne su içecek mataramız vardı. Bir tek imanımız vardı. “İman en büyük imkândır” dedik. Bizi “Ölün!” komutuyla cepheye sürenlere, “Önce siz ölün!” demedik. “Şimdiye kadar hep biz öldük, sıra sizde!” demedik. “Ben öleyim de, sen paşa keyfince yaşa, he mi?” demedik. Ölümün üstüne yürüdük göz kırpmadan. Ölüm üstümüze yürüdü, yaşımıza, başımıza, yarimize, yavuklumuza bakmadan. Biz hepimiz o gün bedence öldük, ama ruhça ölmedik. Şehidler ölmezdi. “Bu da geçer yahu!” dedik, sineye çektik. Bayrağı altında savaşıp öldüğümüz koca Osmanlı, gözümüzün içine baka baka gitti. Gözü arkada kaldı, gözümüz arkasında kaldı. Çığlığı cihanı tutan bir dev gibi göçtü. Üstelik, ihanet eden evlatlarının öz elleriyle. Elimiz kolumuz döküldü. Biz bunun için mi ölmüştük? Bilmedik ki, bizi ölüme sürenler, aslında Osmanlı’nın ipini çekmişler. Ölen biz değil, aslında Osmanlı’ymış. Endülüs geldi aklımıza. “Hafazanallah!” çektik. Daha önce kaç kere ölüp dirildiğimizi hatırladık, teselli bulduk. Biz hepimiz “Yiğit ölür, ama yiğitlik ölmez!” dedik, “Bu da geçer yahu!” dedik, sineye çektik. Ölümüz bile çok para ederdi. Üç buçuk Yunan’a meze olacak değildik ya. Ne bileydik saldıranın “Üç buçuk palikarya” olmadığını? Biz hilenin enva-i çeşidini görmüştük de, böylesini görmemiştik. Bu, hilenin İngilizcesiydi. Millet biz, Kuvva-yı Milliye bizdik. Aydın’da, Ödemiş’te, Nazilli’de, Maraş’ta, Antep’te küllerimizden yeniden doğduk. Hiçbirimizin rütbesi, namı, nişanı yoktu. Teşkilât-ı Mahsusa’nın Son Mohikan’ı Kuşçubaşı Eşref’in sakladığı silahları bulduk. Çakar almaz martinilerle gâvuru durdurduk. Tam “İşte şimdi sahiden kurtulduk!” diyeceğimiz bir Meclis’imiz oldu. Kur’an’larla, salevatlarla, tekbirlerle açtık. Heyecan dalga dalga yayıldı. Ta Mısır’a, Hind’e, Yemen’e, İran’a, Turan’a kadar. Öyle ki, içimizden kimileri “Siyaset-i Nebeviye 1300 yıl ayrılıktan sonra geri döndü” bile dedi. Libya’dan Şeyh Ahmed Senusi koştu geldi. Kazan’dan Abdürreşid İbrahim coştu geldi. Cezayir’in allâmesi Bin Badis, I. Meclis’i “Ey İslâm’ın halaskârı!” diye tebcil etti. Şair Şevki Bey, en güzel medhiyesini yazdı. Filozof İkbal övgü dizdi. Fakat, bir fecr-i kâzibmiş. Çok sürmedi, sevincimiz kursağımızda kaldı. I. Meclis susturuldu. Cephelerde kazanılanlar, masalarda kaybedildi. Ve en beteri, bu dünyanın yaşayan en uzun ömürlü kurumu olan Hilafet, 1335 yıl sonra diri diri gömüldü. Şair Şevki Bey, methiyesinin yerine “gerdek gecesi gelinliğiyle gömülen” Hilafet’e “mersiye” yaktı.”  
HABER YORUMLARI
  1. Henüz yorum yapılmamış.
    İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.